19 Haziran 2016 Pazar

Gerçeküstü Huzursuzluk



Gücüm nefretimin katili empatimden… Ama o karanlık mesafeler... Ruh içine gömülmüş artık tutmayan derin yamalar... Patikaları hırpalanmış uzun bir yolun kahramanıydım... Yani herkes gibi… Yani bir miktar kendim... Sizin istediğiniz ben ile kendimi takas etmek en büyük ihanet olurdu kendime... Ya da istediğim ben ile kendimi mübadele etmek… Olduğu şeyi reddetmeyen az kişiden biriydim, bahanem bakış açım... Tolerans,  umursamazlıktan süzülen en ağır bedel tespitini yapamayacak kadar ürkek bakış açım…  Nihayetinde hepimiz tercihlerimizle gömülecektik... Erinçsiz bir devinime tutsak edildiğini dillendiren parçam kimsesiz uzun süredir. Diğer parçam Dali tablolarındaki güneş kadar soluk, ilahi bir iğrençlik içinde. Sırtıma yük kambur düşlerimin anlamıydı bensizliğin acısı... Beni tanıyacak değil, yaratacak bir çift göz lazımdı boşluğunda tutkuların... Ancak ben doğuştan kördüm... Hayır,  hayır… Aslında doğuştan korkak... Doğduğu şehirden hiç ayrılmamış bir pul koleksiyoncusunun pullarını ateşe vermesi gibi ateşe verdim anılarımı… Elimde iç acıtan bir tebessüm kaldı yadigâr…  Sonra, henüz seslendirilmemiş anlatıların hüküm sürdüğü arka bahçemde kara kızıl umutlar serdim tüm münasebetsiz çelişkiler üstüne... Bir dilden, sığınağım demeye mecbur bırakıldığım bu lanetli kente iltica etti öznem... Sustum...

Sessizliğimi tasnifsiz ve mütemadi bir anlatı olarak dillendirip daimi kılıyorum hikâyemi… İnkârım bu yadsınamaz susuşlarımın arasında izole bir Tanrı gibi tek başınalığımın basit bir yanılsaması sadece... Varoluşuna karşı durduğum bir patikanın yegâne yolcusu olmak bile hafifletmez yükümü... İlahi bir rezaletin pervasız tekerrürlerine göğüs gerecek gücüm yok... Uzamın sınırlılığını yadsıyıp  ‘olmak ya da olmamak’ dilemmasına yönelen Tanrımın çıkarımlarını sonsuzluğun içinde süreksizleşebilen zamana hapsolmuş biçimde yargılamak .................… Bu ulvi bir tesadüfmüş gibi görünen gereksinim, zorunlu bir uzlaşmadan önce şekillenmiş köklü bir yazgının tezahürü sadece... Ve tek tanık ben olacaktım Tanrının katline ve bilinmez şeyler peşinden bilmediğim bir şekilde ilerleyecektim... Nevrotik bir ihtilaldi bu, gassalın gözlerindeki ölüm korkusu kadar masum, yönünü kestiremediğim bu infaz... Sırrım tanık, nokta yok olur... Evlat edinilir zaman bir kum tanesi tarafından... Bütün kötülükler renksizdir… Tevazuya boyun eğen yanım ondan biraz saydam… Kibrin kılavuz olduğu diğer yanım ise rüzgârın insafına kalmış bir yaprak oldu… Düştüm… 

İçine düştüğüm adap bilmez boşlukta arif oldum kendi hakikatime. Nokta tanımanın, çizgi bilmenin esasıdır dedi içimdeki meczup… Us sizi, devingen zaman içinde belirli bir varoluş resminin içine yerleştiremiyor. Ben bütün kutsiyetlerden muaf hakikat ile riyanın kesiştiği somutlaşan bir erektim kahramanlar çağının çiğ zaferlerine kazınan... ............................… Kendimi vurabilmenin diyeti miydi bu? Eskilerin icrasından usulsüz bir hicaz peşreve özenle zulalanmış hüzün kaplar içimi… Bir ihanetin gözünün içine bakmak gizler utancı… Ay’ın denize armağanı yakamozda kaldı hamallığı kederin… Gömüyorum kendimi hiç tanımadığım suretler altına… Resmediyorum çirkinliğini maskelerini düşürdüğüm erdemin… Bana toplum dediğim kokuşmuşluktan miras kalan düzmece erdemin… Kimse inanmaz artık kanatlarımı budayan bu mesnetsiz yazgıya… Ruhumun ihtiyatsız tekâmülü olanca gücüyle yolunu keser soysuz antik kalıtların… Saatinden uzak bir kum tanesine miras kalır zaman… Kendi lanetini kendi yaratır insan… Sonrası en derin korkularımızdı… Sonrası biraz parçalanmışlık… Çürüdüm…

Oluştan kaynaklı hiçbir cinnet bizi onurlandıramıyor artık… Sancılı bir düşüşten ibaret içimizin toplamı… Belirlenmiş her nesne aslında bir özneydi… Uzam, zaman ve nedenselliğe bağlıydık göbekten…  Yalın bir şimdi, yalıtılmış bir bitiş noktası yoktu… Tek kaynağımız, hayal gücümüzün giziydi, öncesiz nokta… Şüphe, hakikatin öz çocuğuydu… Yaşam diye adlandırabileceğimiz, mümkün olan hakikatin bir parçasını teşkil eden yanılgılarla sınırlıydı yürüdüğümüz yol… Kendimizi yitirirdik hakikat çölünde... Ve hakikat yaşam kadar kısa, sanrı kadar değişkendi… Zaman, kum tanesinden yavaşça… Önümde yürünmesi elzem olmayan bir yol vardı… Durdum

Kimsesizliğin adı asalet olur tevazuyu mübah kılan... Malumat ve kanaatler mütemadiyen yıpratır içimizdeki devinimi... Evirilmenin tek anahtarı sahip olduğumuz bütün kanaat anahtarlarını kaybetmekti… Bütün bir yaşamı yoksunluklar üzerine inşa edenlerin yerildiği bir cehennemden başkası değildir yaşam… Yoksunluk evlat edinilir bizim tarafımızdan… Septik duruşumuzun altında ezilir muhakeme… Kaybolur perspektif… Doğmak huzursuzluğun ilk adımı… Yaşam kaosa gebe… Değişim süreğen bir şey olduğu sürece şüphe kabullenişlerin en inciticisidir…  Noktalar birleşir, ahenk yekvücut olur… Değişir bizi aciz bırakan, kavranması zor sınırlarımız… Kum yenik düşer çöken zamana… Bütünün tahammül edemeyeceği kadar keskin, bu gerekçeleri sabıkalı yaşam… Kanadım...

Olguların arkasında, görünenin, algılanabilenin dışında başka şeylerin varlığına inanç, içgörü kazanımlarının başkalaşımıyla boyut değiştiriyor… Katiyeti içselleştirmemizin, kanaati kurban vermemizin yegâne sebebi bu… Sonra, sonra tavaf eder kendini gölgemiz… Tanrıyı çarmıha gerer bize ait olmayan vadide ki bu iz sürüş… Sonu yokmuşçasına, bu kayıtsızlık… Bir eksiklik var, tamamlanması için şizofrenik bir yıkımı gerekli kılan… Enkazın altında kalır hayat harmonisi … Çünkü güçlü olmanın amansız mağdurluğu geçici haklılıktan geçer... Aidiyetten arınmış zayıflığa övgümüz… Zaman, kum tanesine denk oldu… Ermişlere özgü bir naiflikte demlendi yaşam… Duruldum… 

Oluşun gölgeleri uzanırken zamana, hudutlarını anlamlandırmaya çalıştığım her şeyin yoklukta yankısını duyuyorum… Kaybedilen anıların mezarlığından çıkardığım acılarımı kronolojik olarak dizip yerleştiriyorum bavuluma... Hiçlikle sonsuzluk arasında duran soluk bir varlık sancısında demleniyor hayat... Kum tanesi zamanın katili… Adımlarım nihai noktama varamayacak kadar küçük… Yürüyorum… 

5 Haziran 2016 Pazar

Allegorical Contradiction



Yalınayak
budist
bir 
rahibinki 
gibi 
ayakabı 
kutusunda
seyyar 
varoluş
kaygılarım



Varlığın 
edilgen 
bir 
ispatıdır 
yaşamsal 
tanımlamalarımıza
istençli
bir 
yok
oluşla
kıymak

4 Haziran 2016 Cumartesi

Engel



(1)
Çetrefilli düşlerimin gerçek kılınabilmesi ihtimaliydin
Her hâlükârda tanımsız kalmaya yazgılı bütün korkaklığım

(2)
Varlığımı içime hapsedecek yolunun reddiydi kesişimimiz
Zamana sıkışmış melankolik anlarımı geleceğime uladım

(3)
Anılarım boşlukta asılı duran zamana bir meydan okumaydı
Yaşananlardan müteşekkil derme çatma bir yoldu sığındığım

(4)
Varlığın ve nesne arasındaki sınır silinir bir an için
Aramızda bir duvar olur Tanrı'nın eliyle törpülediği ruhum

2 Haziran 2016 Perşembe

Daze



Hoyrat rüzgarlar içindeki itiraf değildir ispat
En şüpheli yanılsamam insan olmak zaafından
Hayallerimin en tehditkar rengi yankılanır öteden
Kimdi varlığını sakladığım içimdeki enkazdan gelip geçen?

Kalbimin sandukasındaki cevhere sığmaz hiç bir düş
Günahkâr gözlerimdeki manaydı suretindeki çizgiler
En tutarsız gerçeğimdi sırtımı dayadığım duvarlar
Kimdi varlığını sakladığım içimdeki enkazdan gelip geçen?

En can yakıcı tebessüsümün izinde bana küskün düşlerim
Asil bir gecenin suretinde kökü sınar kırılgan dallar
Geleceğe hapsolmuş anılardır beni bana sen kılan
Kimdi varlığını sakladığım içimdeki enkazdan gelip geçen?

1 Haziran 2016 Çarşamba

Sonra



Önce kendimi öldürdüm, sonra anlamımı
Kayıp ipuçları içimdeki cinayetlerin
Bir duanın kanıyla kirlense bile duvarlarım
Belirsizlik ve bilgisizlik arasındaki boşluktayım
Düşe sarılmak çaresizlik değil, oyun
Yamanmış kişiliklerdir ardıllarım
Sonra sanrılarımı öldürdüm, 
Sonra taklit sığınaklarım